HÜRRİYET

9 Ekim 2012 Salı

İLK KADIN HAKİM ADALET YILMAZ


Yaşlı kadın yatağından kalktı.
Sabah ezanının insan ruhuna huzur veren sesi oda içinde yankılanıyordu.
88 yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle pencereye doğru yöneldi. Pencereyi açması ile birlikte odaya ezan sesi ile birlikte baharın güzel kokusu ve kuş cıvıltıları doluştu.

Penceresinden gözüken Kurtuluş Parkına bakarak yaşlı ciğerlerine sabahın ılık esintisi ile doldurdu. Abdestini aldı, sabah namazını kıldı. Mutfağa yöneldi. Çayla birlikte bir iki lokma bir şeyler atıştırdı.
Oturma odasına yöneldi. Eski bir fiskos masasının yanındaki koltuğuna ilişti.
Masanın üstü çerçeveler ile doluydu. Bir tanesine uzandı, camının üzerinde titreyen parmaklarını dolaştırdı.
Çerçevenin içindeki fotoğrafta İstiklal madalyalı kara yağız bir adamla, makyajsız olmasına rağmen güzelliği göz alan bir kadın birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı.

Yaşlı kadın ‘Günaydın Anne, Günaydın Baba’ dedi. Usulca yerine koyduğu çerçeveye bir bakış daha attıktan sonra başka bir çerçeveyi eline aldı.
Bu siyah beyaz fotoğrafta da subay üniformalı bir adamla bir gelin yan yana duruyorlardı. Yaşlı kadın çerçeveyi titreyen dudaklarla öptü. ‘Günaydın Kocacığım’ dedi. Kadın bu çerçeveyi de bıraktıktan sonra üçüncü ve son çerçeveye uzandı.
Artık gözlerinden yaş damlıyordu. Fotoğraftaki biri erkek diğeri kız çocuklara bakıp ‘Günaydın Evlatlarım’ dedi.
Tüm çerçevelere kısaca göz atıp ‘Sizleri, hepinizi çok özledim’ dedi.

Gözlerinde biriken yaşları sildi. Artık ağlamak için bile yaşlı hissediyordu kendini. Ağır ağır doğrulduğu koltuğundan eski telefonuna doğru yöneldi. Ağır ağır numaraları çevirdi. Karşısına çıkan adama ‘Bir taksi istiyorum’ dedi ve adresi verdi. Kapısını kilitleyip, apartman merdivenlerine yöneldi. Yıllarca çekmediği zorluk kalmamıştı ama şimdi bu merdivenler hayatının en büyük engeli olmuştu. Ağır ve dikkatli bir biçimde iniyordu.

Sabırsızlanan taksi şoförünün çaldığı korna sokağı inletiyordu. ‘Patlama be adam’ dedi. Nihayet taksiye binebildi.
’Teyze hoş geldin’ dedi 25-30 yaşlarındaki şoför. ‘Nereye gidiyoruz?’
Kadın kısa bir sessizliğin sonunda ‘Tüm bir gün beni taşırmısın?’ diye sordu.
‘Sana 500 lira veririm.’
Adam küçümser bir gülümseme ile, ‘Mal sahibi benden her gün 500 lira istiyor teyze’ dedi.
Kadın gülümsedi
‘O zaman sana 650 lira vereceğim ne dersin?’
‘Kurtarmaz ama senin güzel hatırını kırmayayım. İlk önce nereye gideceğiz?’
‘Anıtkabir’e’
‘Anıtkabir’e mi?
‘Evet’
‘Tamam teyzeciğim’
‘Yaş kaç teyzeciğim?’
‘Seksen sekiz’
‘Maşallah Allah uzun ömür versin teyzeciğim’
‘Allah sağlıklı mutlu ömür versin oğlum’
‘Haklısın teyzecim’

Taksi Anıtkabir’in kapısına gelmişti. Şoför ‘Teyzeciğim geldik’ dedi. Dalgın görünen kadın ‘Evladım burada yardımına ihtiyacım var’ dedi. ‘Benimle gel’ Adam şaşırmıştı. ‘Tabii teyze’ dedi. Kuşkulu gözlerle ‘Bizi buraya alırlar mı?’ diye sordu.

O ana kadar dalgın ve yorgun görünen kadın, bir anda irkildi. Gözlerinden ateş fışkırarak ‘Ne demek almamak? Sen daha önce hiç gelmedin mi buraya?’ dedi ‘Hayır’

‘Kaç yıldır Ankara’da yaşıyorsun?’
‘Ben Ankaralıyım teyze. Doğma büyüme’
‘Ee o zaman’
‘Ne bileyim bir kez okulla gelmiştik bayramda. Bayram olmayınca burası kapalı sanıyordum ben’
Kadın sinirli bir şekilde kafa salladı.

Şoför utanmıştı. Mozoleye çıkan mermer merdivenlere kadar konuşmadılar. Merdivenlere geldiklerinde Şoför kuşkulu bir şekilde

‘Nasıl çıkacaksın Teyze?’ diye sordu.
‘Her ay nasıl çıkıyorsam öyle’
‘Her ay geliyormusun?’
‘Evet’

Uzun bir uğraşla merdivenleri çıktılar. Mozoleye doğru ağır ağır ilerlediler. İçerisi çok serindi. Şoför büyük bir azimle yürümeye çalışan kadının koluna girmişti. Kadının nefes alışları sıklaşmıştı. Nihayet mozolenin önüne geldiler. Kadın şoförün kolundan ani bir hareketle kurtuldu. Çantasını açtı. Tek bir karanfil çıkardı. Mozoleye doğru ilerledi. Çiçeği mozoleye koydu. Şoför şaşkınlıkla olayı seyrederken kadının ağzından şu sözlerin döküldüğünü fark etti.
‘Hayatım boyunca sana verdiğim sözü tutmak için çalıştım’. Ağır ağır geriye çekilen kadın ellerini açıp Fatiha okumaya başladı. Şoför kısa bir şaşkınlığın ardından ona katıldı. Kadın bir anlık suskunluktan sonra, ‘Hadi gidelim’ dedi.

Geldiklerinden çok daha ağır bir şekilde arabaya döndüler. Şoför kadının durumundan endişelenmeye başlamıştı.
‘Yoruldun mu Teyze’ dedi.
Kadın sustu.
Bir süre suskunluktan sonra ‘Evet hem de çok yoruldum’ diye cevapladı. Nereye gidiyoruz?’

‘Bankaya’!

Şoför arabasındaki kadının herhangi biri olmadığını anlamıştı. Bu yaşlı kadının Atatürk’e verdiği söz ne olabilirdi? En sonunda dayanamadı.

‘Teyzeciğim bir şey sorabilirmiyim?’
‘Sor bakalım evladım’
‘Anıtkabir’de Atatürk’e bir söz verdiğinizi söylemiştiniz. O söz nedir?’
‘Uzun hikaye evladım’
‘Olsun be teyze anlat ne olur’

‘Ben lisedeyken bizim okulumuza gelmişti Atatürk. Beni de ona çiçek vermek için seçmişlerdi. Çiçeği verdiğimde bana ismimi sordu. Bende ‘Adalet’ dedim. Bunun üzerine ‘Ne güzel ismin varmış’ dedi. ‘Okulu bitirince ne olacaksın’ dedi bana. Hemşire dedim. Oda ‘Güzel meslek ama bence sen Hakim ol ismine çok yakışır’ dedi. Ben kadından hakim olmaz ki dedim. Kaşlarını çattı, ‘Sen istedikten sonra olur. Senden söz istiyorum hakim olacaksın’ dedi .’

‘Sen ne dedin peki?’
‘Mustafa Kemal emretmiş ne denir? Söz verdim.’
‘Peki olabildin mi Adalet Teyze?’
‘Evet ben Cumhuriyetin ilk kadın hakimlerindenim.’
‘Vay be. Sende ne hikaye varmış Adalet Teyze’

‘Herkesin bir hikayesi vardır evladım. Herkesin hikayesi de kendine göre değerlidir. Eğer insanların hikayelerini bilip anlayabilirsen insanlara daha anlayışlı davranabilirsin’ ‘Haklısın Adalet Teyze. Bu banka mı gelmek istediğin’?

‘Evet’!
‘Yardım edeyim mi? Bende geleyim mi?’
‘Hayır. Sen burada bekle lütfen.Bu arada adın neydi evladım?’
‘Osman teyzeciğim’
‘Tamam Osman. Beni 45 dakika kadar sonra buradan al olur mu?’
‘Tamam teyzeciğim’!

Adalet hanım bankadan içeri girdi. Osman öğlen saatinin geldiğini
fark edip yemeğe gitti. Yemek boyunca Adalet hanımı düşündü.
‘Kim bilir neler yaşamış, neler görmüştür’ diye düşündü. Tam vaktinde bankanın önündeydi. Adalet hanım 15 dakikalık gecikme ile geldi.

‘Hoş geldin Hakim Teyze’
‘Çok uzun zamandır bana Hakim denmemişti.’
‘Hoşuna gitmediyse söylemeyeyim?’
‘Yok aksine hoşuma gitti. Sağol’
‘Nereye gidiyoruz?’
‘Seyranbağlarına’
‘Tabii’
‘Hakim Teyze çok yer gezmişsindir sen’
‘Tüm Anadolu’yu karış karış gezdik rahmetli kocamla’
‘Ne iş yapardı amca?’
‘Subaydı.’
‘Ne zaman vefat etti?’
‘1952′de’
‘Çok olmuş.Gençmiş’
‘Kore savaşında şehit oldu.’
‘Allah rahmet eylesin Hakim teyze’
‘ Sağol’
‘Seyranbağları’na geldik nereye gideceğiz?’
‘Sağa sap. İkinci binanın önünde dur.’
‘Tamam.Buyur Hakim Teyze.Geleyim mi ben’ ‘Yok bekle burada’

Osman beklemeye başladı. Bir ara merak etti. Binanın uzaktan görünen levhasına baktı. ‘Seyranbağları Kız Yetiştirme Yurdu’ yazısını okudu. Anlam veremedi. ‘Bu kadın burada ne yapar ki?’ diye düşündü.

Yarım saat sonra Adalet hanım göründü. Yanında orta yaşlı kibar bir hanım vardı. Adalet hanımı arabaya ağır ağır bindirdi. Kadın ‘Adalet Hanım size ne kadar teşekkür etsek azdır. Her zaman yanımızdasınız. Kızlarda sizi çok seviyor. Ne olur arayı çok uzatmayın. Yine gelin’ dedi.

Adalet hanım, buğulu gözlerle ‘İnşallah. Kızlara selamımı söyleyin. Bende onları çok seviyorum. Onlara iyi bakın’ dedi.

Araba hareket etti.

‘Nereye Hakim Teyze?’
‘Hemen iki sokak öteye’

Osman iki sokak ötede bu sefer başka bir binanın önüne park etti.
Bu binada da ‘Ankara Seyranbağları Huzurevi’ yazıyordu.

‘Bekle beni’
‘Tabii Hakim Teyze’

Yine 1 saate yakın bir bekleyişin sonunda bu sefer etrafında bir çok yaşlı kadın ve adamla çıkageldi Adalet Hanım. Sarılıp
öpüştükten sonra oradan ayrıldılar. Osman dikiz aynasından Adalet Hanım’ın gözlerinden akan yaşları fark etti.

‘İyi misin Hakim Teyze’
‘İyiyim Osman. Eski dostları görünce insan bir hoş oluyor’
‘Nereye gidiyoruz?’
‘Cebeci Asri Mezarlığına’
‘Tamam’
‘Teyze nerelisin sen?’
‘Aydın Sökeliyim. Babam orada pamuk ekerdi. Annem ev hanımıydı. Sonra Kurtuluş Savaşı oldu. Babam savaşa gitti. Söke işgal oldu. Biz dağlara kaçtık annemle. Saklandık dağ köylerinde. Savaş bitince Söke’ye döndük. Allah’a Şükür Babam’da sağ salim döndü savaştan.’
‘Sonra ne oldu?’
‘Liseye Aydın’a gönderdi babam. Orada Atatürk’le karşılaştım. Sözümü tutmak için İstanbul’a gittim. Hukuk fakültesine girdim. Orada rahmetli eşimle karşılaştım. O Harbiye’de okuyordu o zaman. Mezun olunca evlendik..’
‘Çocuğunuz var mı?’
‘Bir kızım bir oğlum vardı.’
‘Neredeler şimdi?’
‘Oğlum dışişlerinde çalışıyordu.’
‘Ne güzel’
‘1978′de Fransa’da Ermeniler öldürdüler.’
‘Üzüldüm Hakim Teyze. Başın sağ olsun. O da babası gibi şehit oldu yani’ Evet. Şehit babanın şehit oğlu. Allah kimseye evlat acısı vermesin.’
‘Amin. Ya kızın?’
‘O eşi ve çocukları ile İzmit’de yaşıyordu. Öğretmendi. 1999'da depremde hepsi vefat ettiler.’
‘Allah rahmet eylesin.Boş boğazlılığım ile üzdüm seni Hakim Teyze kusura bakma’
‘Sanki sormasan aklımdan çıkıyorlar mı evladım.Sen üzülme sağol’
‘Geldik Teyze’
‘Tamam evladım. Al işte paran artık gidebilirsin.’
‘Hakim teyze buradan nasıl döneceksin? Ben seni bekleyeyim eve bırakayım.’
‘Yok beni alacaklar buradan’
‘Hakim Teyze bu para fazla. Kusura bakma ben sana yalan söyledim.
Taksinin sahibi benden 350 lira bekliyor. Affet beni. 350 ‘yi ona veririm. Gerisi kalsın.
Bende para istemem. Bugün senden aldığım hayat dersinin parasal karşılığı yok zaten.’
‘Çocukların var mı?’
‘İki tane ellerinden öperler.’
Taksinin güneşliğinden çocuklarının resimlerini çıkarıp gösterdi.
‘Adları nedir?’
‘Kemal ve Ayşe’
‘Oğlumun adı da Kemaldi.’
Sessizliğin ardından Osman’ın elindeki parayı ittirdi Adalet Hanım..
‘Onlara bir şeyler al benim için. Onları okut. Ama yalansız, dolansız, çok çalışarak helal lokma ile büyüt ve okut.
Atatürk’ün bana yaptığı gibi içlerindeki gücü fark etmelerini sağla.
Bir de vatanını, milletini sevmelerini öğütle onlara.’

Osman Adalet Hanımın ellerine sarılıp öptü. Ona iyi evlatlar yetiştireceğine söz verdi.
Adalet hanım mezarlığın kapısından ağır ağır içeri girerken; Osman yaşlı gözlerle onu izliyordu.
Hayatının en büyük dersini kendisi küçücük, yüreği yaşadığı acılara rağmen kocaman ve güçlü bu yaşlı kadından almıştı.
Osman arabasını mal sahibine götürmeye karar verdi. Bu gün daha fazla çalışamazdı.

Ertesi gün Ankara’da garip bir yağmur yağıyordu. Sanki gök delinmişti. Osman taksiyi mal sahibinden almış, durağa gelmişti.
Çay ocağının yanında duran gazeteyi aldı. İlk sayfadaki haberlere göz gezdirdi.
Siyaset doluydu gazete. Hiç anlamazdı. Sıkılıp adli olayların yer aldığı üçüncü sayfayı açtı. Taksiciler arkadaşları ile ilgili kötü haberleri genellikle oradan alırlardı.
Göz gezdirirken bir haber dikkatini çekti:
’Dün gece geç saatlerde Cebeci Asri mezarlığında bulunan cesedin Cumhuriyet tarihinin ilk Kadın Hakimlerinden Adalet YILMAZ’a ait olduğu belirlendi. Adalet YILMAZ’ın bulunduğu yerdeki mezarların eşine ve oğluna ait olduğu belirlendi. YILMAZ vefat ettiği gün bankadaki tüm parasını çektiği, bu parayı ikiye bölerek Seyranbağları’ndaki bir kız yetiştirme yurdu ile bir huzurevine bağışladığı belirlendi. Polis, Adalet YILMAZ’ın mezarlığa ölmek için gittiğini düşünüyor.’

Osman bir anda sarsıldı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Taksici arkadaşları hiçbir şey anlamadılar.
Bir daha da hiç anlatmadı Osman bu yaşadıklarını.
Herkesin tek bildiği Osman’ın bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında
’Gökler bile sana ağlıyor’ diyerek ağladığıydı..
.
.
İşte bu günlerde de adalet ağlıyor









BARDAĞI YERE BIRAKIN BUGÜN


Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı. Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu.
-"Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?"
-50gm!' .... '100gm!' .....'125gm'..diye öğrenciler yanıtladı.
-"Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem, " dedi profösör, "ama, benim sorum şu ki :"Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?"
-''Hiçbir şey'' diye yanıtladı öğrenciler.
-"Tamam peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?" diye sordu profesör bu kez.
-"Kolunuz ağrımaya başlardı efendim" diye öğrencilerden biri yanıtladı
-"Haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?"
-"Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı, batar vs. gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız!".
Tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler.
-"Çok iyi. Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?"diye sordu profesör.
-"Hayır." diye yanıtladı herkes.
-Peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?
Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar.
-"Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?"diye tekrar profesör sordu.
-"Bardağı bırakın düşsün!" diye öğrencilerden biri yanıt verdi.
-"Kesinlikle! " dedi, profesör.
"Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürsün. Başınız ağrımaya başlar.Daha uzun düşünün. Artık seni bitirmeye ve hiçbir şey yapamamana neden olur.Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir,Fakat DAHA ÖNEMLİSİ onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi). Bu şekilde strese girmez, ve her gün taze bir beyin ile uyanır ve her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz!

"Bardağı yere bırakın bugün!"



8 Ekim 2012 Pazartesi

İSİMLERE DİKKAT

Yrd. Doç. Dr. Öztürk, çocuğa isim vermenin kültürel, sosyal ve dini açıdan önemli bir konu olduğuna işaret etti. Pek çok ailenin Kur'an-ı Kerim'de geçen isimleri çocuklarına vermek istediklerini söyleyen Öztürk, Kur'an'da geçen her kelimenin ise isim olarak konulamayacağını hatırlattı. Günümüzde yaygın olan ve Kur'an'da geçtiği için konulan çok sayıda ismin anlamının yanlış olarak bilindiğini, gerçek anlamlarının ise isim olarak verilemeyeceğini ifade eden Öztürk, çocuklarına Kur'an'dan isim koymak isteyen aileleri seçici davranmaları konusunda uyardı.

ANLAMLARI BİLİNMEDEN İSİM VERİLİYOR
Kuran'dan isim konulurken seçilen kelimenin gerçek anlamının öğrenilmesi için uzman kişilere danışılmasını tavsiye eden Öztürk, isim kitaplarında veya internette geçen adların anlamlarının da irdelenmesini istedi.
Öztürk, şöyle devam etti:
“Aileler çocuklarına Kuran'dan isim koymak isterken ismin anlamına çok dikkat etmeliler. Mesela Sanem ismi çocuğa verilmemeli,Sanem, put demektir, Aleyna sıkça duyduğumuz bir isim ama anlamı üstümüze bela, sıkıntı aksın demektir. Kuran'da geçen her kelimenin isim olmayacağı bilinmelidir. Kur'an-ı Kerim'de geçen her kelime 'Bu Kuran'da geçiyor isim olur” mantığıyla çocuklara verilmemelidir. Kur'an'da geçen kelimelerin anlamı iyi bilinmelidir. Kezban ismi Kur'an'da geçiyor diye veriliyor. Oysa Kezban yalancı demektir. Çocuğa bu ismi koyarsanız, 'yalancı, yalancı' diye çağırmak zorunda kalırsınız. Aleyna 'üstümüze bela sıkıntı aksın', Bekir,'deve yavrusu' demektir. Hz. Ebubekir'in ismi Abdullah'tır Ebubekir lakabıdır. Bu husus karıştırılmamalıdır. Rumeysa 'gözü çapaklı kadın' demektir. Hüreyre, 'kedicik' demektir. Kayra eski Türk mitolojisinde 'tanrı' demektir, Allah'tan başka ilah mı olur? Çocuğa tanrı ismi konulmamalıdır. Melis, Yunan mitolojisinde 'tanrıça' demektir, şişman ve tembel anlamlarına da gelir. Erçin 'ücret' anlamına gelir. Bir insanın ücreti olamaz.”

MEKRUH İSİMLER
Dinen mekruh sayılan isimler de olduğunu vurgulayan Öztürk, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Resul, Nebi, Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil isimleri konulmamalı, hoş değil. Samet ismi, hiç kimseye muhtaç olmayan demektir. Bu sadece Allah'a mahsus bir durumdur, isim olarak kullanılamaz. Gülsüm gariban, zavallı kimsesiz anlamındadır. Julide Farsça'da dağınık, perişan demektir. Cennet bahçesi olarak bilinen İrem ise Allah'ın gazabına uğrayan sahte cennettir. Bade ismi içki demektir. Hannas ismi şeytanın ismi. Alara, Rosa, İleyda bunlar İslam isimleri değil gayrimüslim isimleridir ve çocuklara konulmamalıdır. Anlamı kötü olan, anlamsız şeyler de çocuklara isim olarak konulmamalıdır.”

İSİM HER DİLDEN OLABİLİR
Yrd. Doç. Dr. Öztürk, “İsim her dilden olabilir. Yeter ki anlamı güzel olsun, yaşadığı toplum ve kültüre yabancı olmasın” dedi.
Barış, Mert, Özgür, Sevgi gibi isimlerin kullanılabileceğini, aynı şekilde Kerim, Macit, Zeynep, Hasan, Abdullah, Kevser, Abdurrahman gibi isimlerin çocuklara verilmesinde bir sakınca olmadığını aktaran Öztürk, isimlerde Allah'a kulluğun ifade edilmesi gerektiğini vurgulayarak, İslam büyüklerinden hatıra kalan isimlerin kullanılabileceğini, halk arasında yaygın olan Fatma, Ayşe, Ahmet, Mehmet, Muhammet, Mustafa, Zeynep gibi isimlerin de benimsendiğini söyledi.



http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21648528.asp





6 Ekim 2012 Cumartesi

PAULO COELHO (ELİF)




*  Geçmişi bu güne taşıyarak geleceği şekillendirebileceğini anlıyorsun. Geçmiş ve gelecek sadece bizim belleğimizde mevcuttur. Oysa, şimdiki zaman, zamanın ötesindedir. Şimdiki zaman sonsuzluktur. "Bu günü etkileyen, geçmiş hayatında yaptıkların değildir. Asıl bugün yaptıkların, geçmişte yapılanları telafi eder ve mantıkende geleceği değiştirir."

*  Tanrı gönül gözümüzü ancak bir şeylerin değiştirilmesini arzu ettiği anda açar.

*  Sözler kağıda dökülmüş gözyaşlarıdır. Gözyaşları akan sözlerdir. Onlar olmasa sevincin ışıltısı olmaz, hiç bir üzüntünün sonu gelmez. Bundan dolayı, göz yaşlarınız için sağ olun.



ARKA KAPAK

“Hilal’e isminin anlamını sordu; Türkçede ayın ilk günlerinde aldığı yay biçimi demektir. Ülkemin bayrağında da vardır hilal...”

Elif’in başkahramanı dünyaca meşhur yazar Paulo Coelho, bir süredir bilgelik yolunda gelişmesinin durduğunu hissetmektedir. Belki de yapması gereken tek şey, esrarengiz ustası J.nin tavsiyesine uyup, “Gönlünün onu çektiği yere,” gitmektir...

Rastlantılar Coelho’yu Rusya’ya savurur. 9288 kilometrelik yolu, bu uçsuz bucaksız ülkeyi, baştan sona trenle kat etmeye karar verir. Daha ilk durağından itibaren manevi bir arayışa dönüşen bu yolculukta ona üç kişi eşlik eder: Bir Tao ustası, Rus yayıncısı ve en ilginci, yetenekli bir keman virtüözü olan, sıra dışı genç bir Türk kadını; Hilal...

Coelho, son romanı Elif’le, bir kez daha hayatı güzelleştiren hazineleri ve mucizeleri kutluyor. Zamanın, mekânın, yaşadığımız başka hayatların dışında bir yerde, katıksız “aşk”ın peşinde, ruhun upuzun yolunu kat ediyor.
Ama bu kez, bizlere çok tanıdık gelen duraklardan geçerek...
“Coelho’nun kitapları, milyonların hayatına büyü katıyor.”

London Times

3 Ekim 2012 Çarşamba

YAŞAR KEMAL


Yaşar Kemal, yazmaya nasıl başladığını ve son romanını anlatıyor.



Yaşar Kemal, yazımı 8 yıl süren Çıplak Deniz Çıplak Ada için: “Bu dörtlü belki de roman gibi roman değildir, acılarımı, üzüntülerimi, öfkemi, sevinçlerimi, sevgimi döktüğüm belki başka bir anlatım çeşididir” diyor.

Sağlık durumu nedeniyle röportaj kabul etmeyen yazar, Yapı Kredi Yayınları’na genel bir röportaj verdi:

Sizi yazmaya iten neydi? Ne zaman ve nasıl yazmaya karar verdiniz?
Ben edebiyata çocukken başladım. Çocukluğumda bizim köye çok aşıklar, destancılar gelirdi. Onlara çok meraklıydım. Köye her destancı geldiğinde ben onun yanındaydım, sonra onlar gibi şiir söylemeye başladım. Köyün kayalık dağına çıkar dağ üstüne, çiçekler üstüne türküler söylerdim kendi kendime. Epopenin kırıntıları bile olsa hala yaşadığı böyle bir dünyada büyüdüm. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım – ki karşılaşmam tesadüftür – bir destancı olurdum. On altı ya da on yedi yaşlarımda folklor derlemelerine başladım. Bir de tekerlemeler, destanlar, masallar derledim.

Okulu bırakınca Ramazanoğlu Kütüphanesinde çalışmaya başladım, habire okudum. Biz Cumhuriyet sanatçıları Tercüme Bürosunun çevirdiği dünya klasikleriyle yetiştik. Tercüme Bürosundan gelen kitapları okuyordum, klasikleri, dünya romanlarını, tarih kitaplarını okuyordum.

Benim ustalarım, benim toprağımın sözlü edebiyatıdır. Stendhal, Tolstoy, Gogol, Dickens de benim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem Batı hem de Doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir?

Bana hep sordular, sen romanı niçin yazıyorsun? Bilemem dedim, bilsem de söyleyemem. Bir tek şey biliyorsam o da yaşamım boyunca bir tek düşüm olduğu, bundan sonra biraz daha, biraz daha güzel yazabilmek.

Okuduğunuz ilk roman neydi?
İlk okuduğum roman Alphonse Daudet’nin Le Pe­tit Chose idi. Daudet’nin torununun Ceyhan’da bir çiftliği bir de küçük fabrikası vardı. Kitabı da Amasya’da bir öğretmen çevirmişti. Ondan sonra da Kerem ile Aslı’yı okudum. Beni ilk etkileyen kitap Don Kişot oldu. Onu okuduğum­da on yedi yaşındaydım. Daha önce Don Kişot’tan parçaları bi­zim ilkokul kitabında okumuştum ama, işte öyle, pek ciddi­ye almamıştım. Don Kişot’u okuyunca yeni bir dünya buldum. Günlerce etkisinde kaldım. Cervantes bütün insanlığımı, yü­reğimde sakladığım birçok gizi açıklamıştı. Bir karanlığa gö­mülmüş, sonra da içimde bir yücelme olmuştu.

Bir Ada Hikayesi’ni yazma fikri ilk ne zaman ve nasıl oluştu?
Bizim köyümüzde okul yoktu. İlkokulu okumak için Kadirli’de bir akrabamızın evine gittim. Bir süre orada kaldım. Ama o evde kalmak istemediğim için okula kendi köyümden yürüyerek gidip gelmeye başladım. Yürürken hep bir köyden geçiyordum. Bu köyle ilgili bazı şeyler duymuştum. Bu bölgeye yabancı insanlar gelmiş, yerleşmişler. Sıtmadan ölmüşler, etraftan çeşitli kötülükler görmüşler. İlkokulun sonuna kadar o köyden hep geçtim. Hep hikayelerini duydum, dinledim. Biraz büyüdüm, ilkokulu bitirdim. Köyün önünden tekrar geçtim. Büyük bir baca gördüm. O bacayı Ceyhan ırmağından topladıkları taşlarla yapmışlar. Kalın yüksek bir baca…

Ortaokula geldiğim zaman Hemite köyünde babamın akrabalarından annemin de arkadaşı bir kadın bana o köyde ne olduğunu anlattı. Birlikte ormanın içine gezmeye gittik. “Bak oğlum” dedi ve devam etti: “Burada göçebeler, mübadiller vardı. Bunlar Yunanistan’dan gelen Türkler’di. Böyle üç köy vardı Anavarza’nın yanında. Çok güzel köyler.”

Bu köyü, hikayesini öğrendim. O köye yerleştiklerinde çok güzel evler yapmışlar, köyü güzelleştirmişler. Etraftaki köylüler bu insanlara zulüm yapmışlar. Bu insanlar “Bir gün gideceğiz” deyip gitmişler. 15, 16 yaşıma geldiğimde bu insanların nereye gittiklerini bulmaya çalıştım. Bulamadım. Bulamadığıma çok üzüldüm.

Abidin Dino’ya bu Çukurova’daki köyün, mübadillerin hikayesini anlattım. “Ne duruyorsun, en güzel konu bu. Bunu şimdiye kadar hiç kimse doğru dürüst yazmadı. Doğru dürüst diyorum ama belki de kimse yazmadı” dedi. Abidin Bey Yunanca bilirdi, İngilizce, Fransızca, Rusça bilirdi. Eh bir de resim yapmasını bilirdi.

Ben Bir Ada Hikayesi romanlarımda mübadeleyi yazdım. Benim için mübadele sadece bu romanlarda anlattığım mübadele demek değil. Benim ailem de mübadele yaşamış. Ruslar Van’a geldiği zaman bizimkiler sürgün olmuşlar. Bütün Anadolu’da gezmişler, Çukurova’da bu köye yerleşmişler. Bu mübadele hikayesini bu hırsla yazdım.

Çıplak Deniz Çıplak Ada’nın editörlerinden Güven Turan “Dörtleme hem bir Yaşar Kemal klasiğidir hem de diliyle, yarattığı kişilerle, yarattığı doğayla Yaşar Kemal’in romancılığında önemli bir yeniliği işaret eder. Yaşar Kemal, mitos yaratıcısıdır… Ağıtların diliyle, kendi özgün dilini (hiçbir yazara benzemez ve asla taklit edilemez) harmanlamış, çeviride bile yitmeyen anlatısını kurmuştur” diyor. Bunun için ne söylemek istersiniz?

Son romanım dört kitaplık “Bir Ada Hikayesi”, kendi dilini de kendisi getirdi, yazdığım dört kitapta bana yazmaktan başka bir şey kalmadı diyemeyeceğim. Bir roman yaratılırken dil önemli de, dilden bile önemli başka ögeler de vardır, romandaki tiplerin özsel durumları, içinde bulundukları durumlara karşı tutumları. Bir romancı hangi olayı yazmışsa, yazmak kimi romancılar için bir mutluluktur, o konu, oradaki insanların tutumları, durumları, onu yürekten kavramıştır.

Yunanistan’dan gelenlerin başlarından geçenleri, savaşlardan dolayı yurtlarından olanları, Balkan, Doğu Anadolu, Karadeniz göçmenlerinin derin acılarını yaşadım. Bir romancının romanlarında o romancının hangi sebeplerden yazdığı belli olur. Bu roman benim çocukluğumdan bu yana gelen maceramdır. İnsanın toprağından ayrılmasının ne menem bir bela olduğunu hep canevimde duydum, onun ağıtları, destanlarıyla büyüdüm, “haribé vay haribé!” Bu roman da Dağın Öte Yüzü üçlüsü gibi yaşamım ve tanıklığımdır.

Dört cildin tamamının yazımı ne kadar sürdü?
1996 yılında Bir Ada Hikayesi’nin ilk kitabını yazmaya başladım. Çıplak Deniz Çıplak Ada’nın yazımı 8 yıl sürdü. Bugüne kadar hiçbir romanımı 8 yılda yazmadım. Yazmaya başladığımda hastalandım ancak ne olursa olsun bitireceğim dedim.

Bir Ada Hikayesi kaç dilde ve hangi ülkelerde yayımlandı?
Bir Ada Hikayesi kitapları Almanya, Fransa, Yunanistan ve İtalya’da yayımlandı. İran ve benim bilmediğim başka ülkelerde de kitaplarım çevrilip yayımlanıyor. Telif yasası olmadığı için izin almadıkları gibi, bir kopya dahi yollamıyorlar. Ancak bir arkadaşım bana gönderirse haberim oluyor.

Bir Ada Hikayesi’nin her bir cildini, diğer romanları yazarken yaptığınızı söylediğiniz gibi, önce kafanızda mı yazdınız?
Bütün kitaplarımı yazmadan senelerce önce düşünürüm. Çocukluğumda düşündüğüm bir mesele var, bugünlerde yine onu düşünüyorum – orman sorunu… Aklımda başka konular da var. Onlardan biri iki kadınla ilgili. Osmanlı zamanında kahramanca çalışmış bu kadınlar.

Romanlarınızda genellikle hep bir toplumsal değişim sürecinden bahsediyorsunuz. Eskiye göre artık her şey çok daha çabuk kabuk değiştiriyor, başkalaşıyor. Bu durum sizi rahatsız ediyor mu?
Hep değişimler yazmadım mı? Demirciler Çarşısı Cinayeti, Yusufcuk Yusuf, Binboğalar Efsanesi, “en çok bu romanı yazdığımdan mutluyum” ya ilk romanım olan Höyükteki Nar Ağacı, Al Gözüm Seyreyle Salih, şimdi de Bir Ada Hikayesi… Daha sayabilirim. Bundan sonra da elbette değişim romanları yazacağım. Değişim, bugünkü bilgilerimize göre insanın, dünyanın, evrenin bir gerçeği değil mi?

Çağımızda dünya her yönüyle kabuk değiştiriyor. Değerler alt üst olmuş. İnsanı insan yapan bir çok değer yok oluyor. Ben çoğu kez yılanın kabuk değiştirmesini örnek veririm çünkü yılanın kabuğundan sıyrılması inanılmayacak kadar zor bir iştir, yürek paralar. Yılan kabuğunu değiştirirken yerine başka bir kabuk gelir, eskisini atıp gider yaşamını sürdürür. Ölen değerlerin yerine ise o çapta bir değer gelmiyor. İnsan bu değişimin acısını yürekten duymaz olur mu? Bugünkü dünya düzeni dünyamızı bitirebilir. Doğa kırımı, savaş kırımlarıyla başa baş gidiyor. Savaş ve doğa kırımı sürdüğü sürece insanlığın sonu gittikçe yaklaşıyor korkarım

Romanlarınızın genel konusu Çukurova’yken, bu romanda mübadeleye nasıl geçtiniz? Karşılıklı olarak yerlerinden edilmiş insanların mutsuzluğu ve tedirginliğinin bir romancı olmanın dışında, sizin hayatınızla da paralelliği var mı?
Amerika’da katıldığım bir konferansta dinleyiciler arasından büyük bir yazar “Neden hep Çukurova’yı yazıyorsun?” dedi. “Ben sadece Çukurova’yı yazmıyorum ki” dedim. Durdum bekledim. “Neyi yazıyorsun başka?” dedi. “Hayır, Çukurova’yı yalnız ben yazmıyorum. Tolstoy yazıyor, Dostoyevski yazıyor.” Çukurova’sını yazmayan hiçbir yazar büyük romancı olamaz. Hatta ben yazarım diyorsa da, yazar değildir. Ben Çukurova’yı herkes kadar yazdım. Stendhal da kendi Çukurova’sını yazmıştır. Yukarıda da anlattığım gibi benim ailem de bir mübadele yaşadı. Benim de yaşadığım bir mübadelem var. Benim anlattığım Çukurova’da mübadele de var.

Genellikle romanlarınızı insanları umuda sürükleyecek bir sonuçla bitiriyorsunuz. Bir Ada Hikayesi dörtlüsü de böyle mi bitiyor?
Bir yazarın sorunu yalnızca umut vermek değildir. İnsanların yaşadığı derin ve birbirinden farklı sorunlar vardır. Onun için bir yazar insanların macerasını çok iyi bilmelidir. Ancak insanların macerasını çok iyi bilen bir yazar iyi bir yazardır. Bu romanın bitişi yazara ait bir bitirmedir. Yazar böyle bitirmek istemiştir. İnsan çok zengindir, başka bir yazar başka türlü bitirecektir.


MİKRO KREDİ NEDİR?

MİKRO KREDİ, YOKSULLUĞUN KARANLIĞINA PENCEREDEN GELEN IŞIK


Hiç yoksul oldunuz mu? Öyle böyle değil. Açlık kaygısı ve yarın ne yiyeceğim düşüncesiyle uykuya daldınız mı? Yoksulluğunuza rağmen, daha fakirlere merhametle gezdiniz mi sokaklarda ve yine de çalmadan, çırpmadan, onurunuzla, dilenmeden yaşadınız mı?

Fakirlik utanılanıcak bir şey değildir. Ama giderilebilecek bir şeydir. Bir zamanlar Hindistan’da bahçeler ve saraylar içinde yaşayan racaların halkın kullandığı metal parayı hiç görmemiş, dokunmamış olmakla övündüklerini okuduklarımızdan hatırlıyoruz. Dünya kuruldu kurulalı, insanların istekleri ve eldeki imkanların dağılışı arasında yoğun bir mücadele yaşanmış.

Günümüzde ise küreselleşme ile birlikte, fakir 3. Dünya ülkeleri ile Modern G-8 ülkeleri arasında artık kapatılamaz bir uçurum var. Öyle ki Afrikalı yoksul bir çocuğu alıp Avrupa’da bir gün geçirmeye zorlasanız, playstationlar, metrolar, uçaklar, fastfood beslenme vs. ile çok ciddi bir kültür krizi geçirecektir.

Hep söylenen “Balık vermek yerine, balık tutacak malzemeyi, bilgiyi vermek” ise nedense bunca yıldır işlemiyor. Fakirliğin olduğu her yerde, büyük savaşlar, örgütler, köktendinci ve etnik kökenli çatışmalar alabildiğine sürüyor. İnsanlar susuzlukla, bir dilim ekmek bulmakla, çekirge sürüleriyle ve salgın hastalıklarla mücadele ederken bir yandan işsizlik tüm umutları yok ederken bu çeteler isyan halindeki çocuk ve gençlere hayal bile edemeyecekleri, yiyeceği, sahiplenmeyi ve gücü, intikamı öneriyor.

Elbette zenginlik herşeyin çözümü değil. Ama insanca bir yaşam bir çok şeyin çözümü.

Bu çözüm yolunda Mikrofinansdan bahsedecek olursak;

Türkiye Grameen Mikrofinans Programı, 2003 yılında ilk olarak Diyarbakır’da başladı. 2012 yılına kadar 58 bin kadına 138 milyon kredi dağıtıldı. Hem de tek bir sözleriyle… Canını dişine takan kadın, kredisini son kuruşuna kadar ödedi.
Kredi dönüş oranı yüzde 100 oldu. “Bazen ödemelerde aksamalar olabiliyor ama bu ya hastalıktan ya da işlerin aksamasından kaynaklanıyor.

Teminata dayalı klasik bankacılık anlayışının tam tersi bir uygulamayla teminatsız kredi veren bir kurumdur. Hedef kitlesi özellikle yoksul kadınlardır.

Kurucusu Bangladeşli Muhammed Yunus, bu projesi nedeniyle 2006 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştür. 24 Mart 2008 tarihli Time dergisinin kapağında, ”Dünyayı değiştiren 10 fikirden biri” olarak tanımlanan uygulama, Yunus’a ABD Başkanı Obama tarafından verilen Özgürlük Madalyası’nı da kazandırmıştır.

Fikri bulan ve uygulamaya geçiren Bangladeşli Muhammed Yunus. Bu fırsatın Türkiye’de sunulmasını, duyulmasını, yayılmasını sağlayan ise Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Aziz Akgül.

Onlar sayesinde, Mikrofinans alan, dünün yoksul, çaresiz, umutsuz kadınları; yarınlara güvenle bakıyor şimdi. Belki bugün kendilerinin ama aslında bir toplumun kaderini değiştirdiklerinin farkındalar veya değiller!

‘AVRUPA BİRLİĞİ ÖDÜLÜ’ TÜRKİYE’YE

Türkiye’de; İstanbul’dan Kars’a, Bilecik’ten Ardahan’a, Burdur’dan Batman’a, Isparta’dan Diyarbakır’a, Balıkesir’den Samsun’a, Kahramanmaraş’tan Şanlıurfa’ya, 61 şehirde 81 şubesi bulunan Mikrofinans sisteminin Kahramanmaraş uygulaması, 2008 yılında 600 proje içinden Avrupa Birliği Ödülü almıştır. Bu güne kadar 58 bin kadına 138 milyon lira kredi verilmiştir.

MİKRO MUCİZE!

Dünya Bankası verilerine göre;
Dünyada 1,5 milyar insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Türkiye’deyse ailelerin yaklaşık yüzde 11’i açlık, yüzde 33’ü yoksulluk sınırının altında.

Türkiye’nin kırsalında bu oran biraz daha yüksek; yüzde 15’e yakını açlık, yüzde 40’dan fazlası yoksulluk sınırının altında.
Güneydoğu Anadolu’ya gelince rakamlar daha da vahimleşiyor. Yüzde 18’e yakını açlık, yüzde 60’a yakını yoksulluk sınırının altında.
Kısacası, mikrofinans uygulamasına en fazla ihtiyaç duyan ülkelerden biri Türkiye.

MİKRO KREDİ’NİN ESASLARI

- Kredinin bir insan hakkı olduğu inancına dayanıyor, hiçbir şeye sahip olmayan fakir kadınlara en yüksek önceliği veriyor.
- Kadının sahip olduğu varlıklara değil, geleceğe dönük çalışma azmi ve potansiyelinin değerlendirmesine dayanıyor.
- En fakir olanlar da dahil olmak üzere bütün insanların sınırsız kabiliyetlerle donanmış olduklarına inanıyor.
- İnsanlara hibe ya da sadaka şeklindeki yardımlar vermeye karşı; tersine borç vererek iş sahibi olmasını ve kendi ayakları üzerinde durmasını sağlıyor. Yani balık vermiyor, ilk balığı tutmasına ön ayak oluyor.

DEĞERLERİ

Dürüstlük ve doğruluk
Şeffaflık ve hesap verebilirlik
Disiplin ve dakiklik
Verimlilik ve saygı
Sürekli gelişime açıklık

MİKRO KREDİ NASIL ALINIYOR?

5 kadının bir araya gelerek, “şöyle bir iş yapacağım, bana kredi verirseniz, size olan borcumu öderim” demesiyle başlıyor süreç.
Ardından 1 haftalık eğitimle kadınların kendine olan güvenleri perçinleniyor ve bu sürenin sonunda, yapacakları işe göre kredilerini alıyorlar.

İlk kez başvuranlar, ilk yıl için 100 ila 1000 lira arasında kredi alıyor. 1 yıl vadeli verilen kredisini düzenli ödeyenlerin limiti ikinci yıl 2 bin liraya kadar çıkıyor. Sonraki yıllarda ise katlanarak artıyor.

BANKALAR NE YAPMIYORSA O

Bu kredi sisteminde, kişinin beyanı esas. Bir evrak istenmiyor, teminat ve kefalet aranmıyor, icra ve mahkemeye asla müracaat edilmiyor. Yunus bunu şöyle açıklıyor dünyaya: “Biz klasik bankalar ne yapar diye baktık ve onların yaptıklarının tersinden kurallar oluşturduk. Mikrofinans, tam tersine dönmüş bir bankacılık sistemidir.”

Bu tersine kurallar şöyle işliyor: Mesela, ticari bankalardan kredi alırken ne olur? Ne kadar fazla teminatınız varsa, o kadar fazla kredi alırsınız. Mikrofinans ise ne kadar aza sahipseniz, o kadar fazla önceliğiniz var. Türkiye’de en aza sahip olanlar kim, fakir kadınlar. Dolayısıyla bu sistemin temel felsefesi, “kredi bir insan hakkıdır” ve önceliği hiçbir varlığı ve geliri olmayan fakir kadınlar.

YAPACAĞINIZ BAĞIŞIN ÖNEMİ

Mikrofinans şubeleri, kişi veya kuruluşlardan sağlanan bağışlar ve İl Özel İdaresi Kanunu çerçevesinde sağlanan fonlarla oluşturuluyor. HSBC, Citibank, Whole Planet Foundation, Açık Toplum Vakfı, bazı belediyeler destekliyor. Kaynağın önemli bir kısmı ise bağışçılardan geliyor. Her yeni bağış, yeni bir ya da birçok kadına destek anlamına geliyor. Bazı şubelere, hem işletme, hem de Mikrofinans olarak verilecek finansmanın tamamını sağlayan bağışçıların adı veriliyor.

BALIKESİR ŞUBESİ
Adres: Eski Kuyumcular Mahallesi, Mekik Sokak Özmerkez İş ve Ticaret Merkezi Kat:1 No:111 Balıkesir
Yetkili: Ebru Özalp
Telefon: 02662394095
Skype: tgmp.balikesir.subesi
Eposta: balikesirsube@tgmp.net

BANDIRMA ŞUBESİ
Adres: Hacıyusuf Mah. Hükümet Konağı Zemin Kat Bandırma/Balıkesir
Yetkili: Özlem Bolat
Telefon: 05301439465
Skype: tgmp.bandirmabirimi
Eposta: bandirmabirimi@tgmp.net

GİRİŞİMCİLİK

Garanti Bankası, kadın girişimciler için, eğitimden finansmana uzanan farklı alanlarda, değer yaratan ve destek veren uygulamalarına devam ediyor.

http://www.ajanspress.com.tr/Viewer/Press/NewsViewer.aspx?r=MQ%3D%3D&id=MTk1MTM3NzQ%3D&s=ODIy&t=MTQ1OTI0&b=MTg4ODg5&all=MTk1MTM3NzQ%3D



http://www.garanti.com.tr/tr/kobi/kobilere_ozel/destek_paketleri/kadin_girisimci_destek.page?gbid2=201969

http://www.garantikadingirisimci.com/


LİNKLER

DOĞA İÇİN.......

http://www.greenpeace.org/turkey/tr/
http://www.facebook.com/Greenpeace.Akdeniz.Turkiye
http://www.greenpeace.org/international/en/
https://twitter.com/Greenpeace
http://www.tema.org.tr/
https://www.facebook.com/temavakfi
http://www.yesilbilgi.org/Default.aspx


DERNEKLER.......

http://tgmp.net/
http://tgmp.net/sayfa.aspx?aKat=9
http://www.cydd.org.tr/
http://www.hayatadestek.org/tr/


HABER AJANSLARI.......

http://www.ajanspress.com.tr/index.aspx

GAZETELER.......


GİRİŞİMCİLİK/ İŞ HAYATI.......

http://www.kosgeb.gov.tr/Pages/UI/Default.aspx
http://www.kagider.org/
http://www.genckagider.org/
http://www.garantikadingirisimci.com/
http://www.garanti.com.tr/tr/kobi/kobilere_ozel/destek_paketleri/kadin_girisimci_destek.page?gbid2=201969
http://www.garanti.com.tr/tr/kobi/kobilere_ozel/destek_paketleri/kadin_girisimci_destek.page?gbid2=201969
http://www.ito.org.tr/wps/portal/anasayfa



ATAOL BEHRAMOĞLU


UTANMA DUYGUSUNUN YOKLUĞU




Bir başkasının utanılacak bir davranışına tanık olup kendimizi onun yerine koyarak utandığımız çok olmuştur.
Bu başkasının yaptığı utanç verici davranıştan ötürü kendisinin utanmadığını gördüğümüzde, utanç duygumuza şaşkınlık ve küçümseme de eşlik eder. Utanma duygusu, insanı insan yapan duyguların başlıcalarındandır.

Utanabilme yeteneği bir erdemdir.

Utancımızı dile getirmek ve eğer nedeni kendimizin bir hatası, yanlışı, ayıbı ise bunu açıkça söyleyebilmek, gerekiyorsa özür dilemek bu erdemi daha da büyütür.
Utanma duygusunun yokluğu ise herhalde insana en az yakışacak bir özellik olmalı…
Ben utanç duygusunu, sanırım birçoğumuz gibi, sadece insana özgü sanırdım.
Bazı gözlemlerim, örneğin köpeklerde güçlü bir utanma duygusu olduğunu gösterdi.
Bize belki en yakın bu canlılara çoğu kez haksızlık ettiğimizde kuşku yok.
Fakat bu bir başka konu…

***

Şimdi söyleyeceklerimin bu giriş paragrafıyla ilgisini belki hemen kuramayacaksınız… Fakat ilerdeki satırlarda bu açıklık kazanacak.
Kim olduğu herkesçe bilinen bir siyasetçi, durup dururken, yine herkesçe bilinen ulusal bir marşı diline dolayarak “On yılda neyi ördün, hiçbir şey örmüş değilsin” diye küçümsemeyle seslendi bu marşın ait olduğu döneme ve o dönemin kişiliklerine.
O dönemin kişiliklerinin başında da, bilindiği ve aynı marşta adı anıldığı gibi“Bütün dünyanın saydığı Başkumandan” geliyordu.
Küçümseyici sözlerin, meydan okuyuşun kime yönelik olduğu açıkça ortadaydı.
1933’de Cumhuriyetin kuruluşunun onuncu yılı kutlamaları nedeniyle düzenlenen yarışmada (herhalde Atatürk’ün bilgisiyle ve büyük olasılıkla onun seçimiyle) yarışmayı kazanan marş Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in tarafından yazılmış ve besteyi Cemal Reşit Rey yapmış.
Küçümseyici sözlerin hedefi olan giriş dizelerini anımsayalım:

Çıktık açık alınla on yılda her savaştan
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan
Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan

Söz konusu siyasetçi, bu dizelerde dile getirilen Cumhuriyet coşkusunu küçümsüyor, dolaylı olarak da “Başkumandan” için “o da kim oluyor” demeye getiriyor… Zaten, “demir ağlar” konusunda da, ülkenin demir ağlarla asıl kendi dönemlerinde örüldüğünü ileri sürüyor…

***

Söyleyiş tarzındaki iticilik, çirkin kibir (kibir zaten her zaman çirkindir) bir yana, denebilir ki bir siyasetçinin böyle konuşmaya, kendi dönemini övmeye hakkı vardır. Kendi dönemiyle bir başka dönemi karşılaştırması da doğaldır…
Belki öyle ama, 17 Ağustos’ta bir metro açılışında söylenen bu sözlerin hemen ardından, herhalde bu siyasetçi de içlerinde olmak üzere kimsenin beklemediği bir şey oldu…
Çığ gibi büyüyen bir tepki seli patladı…
Görebildiğim ilk tepki Fatih Altaylı’dan geldi: “İlk On Yıla Laf Söyletmem”(Haber Türk, 19 Ağustos).
22 Ağustos tarihli Cumhuriyet’te “Yanıtı TCDD Arşivleri Veriyor” başlığı ile verilen dökümde, Osmanlı devletinin döşediği 4 bin 559 kilometrelik demiryolu hattına Cumhuriyetin ilanından sonraki 17 yılda 4 bin 78 kilometre daha eklendiği, AKP iktidarının 10 yıl boyunca döşediği rayların ise 1085 kilometre uzunluğunda olduğu, yani Cumhuriyetin ilk dönemlerinde döşenenlerin üçte biri kadar olduğu belirtildi..
Bunu aynı tarihte Sözcü’de Uğur Dündar’ın Turgut Özakman’la yaptığı, “Şu Çılgın Türk’ten Başbakan’a Tarih Dersi” başlığı ile yayımlanan söyleşi…
Aydınlık’ta Tanju Cılızoğlu’nun aynı konuda bir söyleşisi ile Mehmet Akkaya’nın “Cumhuriyetin Demirağları” başlıklı köşe yazısında verdiği çok ayrıntılı döküm, yine Aydınlık’ta 23 Ağustos’ta Nazif Ekzen’in “Türk Kalkınmasının En Güzel Yılları” başlığı ile yayımlanan ve belgelere dayanan son derece bilgilendirici yazısı izledi.
25 Ağustos’ta “İlk Çelik Rayın Öyküsü” başlıklı köşe yazısında Necati Doğruyine belgesel bir döküm verirken ve konuyla ilgili olarak da Bilsay Kuruç’un“Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Büyük Devletler ve Türkiye” adlı kitabının okunmasını önerirken, aynı tarihli Hürriyet’teki köşe yazısında Yılmaz Özdil AKP’nin övündüğü ulaşım yollarının nasıl başta sona yabancı sermayeye bağımlı olduğunu özetledi.
Bunlar, benim görebildiklerim…

***

Denebilir ki, Cumhuriyetin ilk on yılını küçümseyen kişi, bu bilgilere sahip değildi…
Buna, özrü kabahatinden büyük denir ama, geçelim…
Böylece, bilmediğini varsaydığımız bilgileri öğrenmiş oluyor…
Öyleyse?…
Bu “öyleyse”nin yanıtı yazımın başlığında ve ilk paragrafın dadır…


http://www.kemalistler.org/ataol-behramoglu-utanma-duygusunun-yoklugu.html




2 Ekim 2012 Salı

GORKİ (BENİM ÜNİVERSİTELERİM)


*  Ne kılığa girerse girsin Tanrı herkesi tanır.
*  Ban alışılagelmişin üstünde bir eşya yaratabilecek bir odun parçasına bakan marangozlar gibi bakıyorlardı.
*  Bazen zekamın gelişmesini yöneten gücün, bütün ağırlığıyla üstüme çöktüğünü hissediyordum.
*  İnsanın eleştiri hakkı olabilmesi için, bir gerçeğe inanması gerekir.
*  Keskin sözcüklerin altında çoğunlukla zayıf ve iki yüzlü düşünceler yatar.
*  İnsanlar unutmaya avunmaya çalışıyorlar, öğrenmeye değil.
*  Bu gün de halklar düşmanlarıyla birlik olup gerçek dostlarının üstüne yürüyorlar. Ama halklar bunu kendi            rızalarıyla yapmıyorlar, onları bu yola itiyorlar, bunu yapmaya zorluyorlar. Sizin Flavis'unuz benim ne işime yarar.
*  Bu soru karşıma bir duvar gibi dikilmişti: Eğer hayat bu dünyada mutluluğu ele geçirmek için yapılan sürekli bir kavgaysa, acıma ve aşk bu kavganın başarısını engellemekten başka bir işe yarayabilir miydi?
*  İnsanı bağlayabilecek yalnız budur. İnsan hayatı sevmezse, onu anlayamaz da. Hayatın yasası kavgadır diyenler sonunda mahvolmaya mahkum ruhlardır. Tıpkı ateşin ateşle söndürülemeyeceği gibi kötülük de kötülükle alt edilemez.
*  Ve beni dinledikten sonra parmak uçlarıyla masaya vurarak, insanın her yerde insan olduğunu, amacın toplumsal durumu düzeltmek değil, gelecek aşkıyla ruhu yüceltmek olduğunu anlattı.
*  İnsan ne kadar aşağılarda olursa, gerçek hayata, kutsal bilgeliğe o kadar yakın olur.
*  Ama hiç bir şey zamanında varamıyor, ne biriyle ne de diğerleriyle yaşıyor ve tanımadığım güçlü bir elin görünmeyen bir kamçıyla indirdiği darbelerin altında topaç gibi dönüp duruyordum.



http://tr.wikipedia.org/wiki/Maksim_Gorki